Merhaba Bisiklet Dostlarımız;
Bu gün sizlere okuduğum başlığından da anlaşılacağı üzere "bisiklet üstünde ünlü yazarların hayatları" adlı farklı bir yazıyı paylaşmak istedik.
BİSİKLET
TEKERİ ÜSTÜNDEKİ HAYATLAR!
Yazmak
ile yürümek arasındaki psikocoğrafi bağlantıların artık kültleşmiş bir cazibesi var. Öyle ki, gezintinin ve kalemin
ritimleri neredeyse birbirinden ayrılamaz biçimde birbiriyle kaynaştı.
“Sokaklarda aylak aylak dolanan, meydanlara dadanan” Virginia
Woolf misali yürümeye düşkün ünlü yazarlar olduğu gibi,
tekerleğin ritmini hem kişisel tutkuları hem de yazdıklarının ilhamı olarak gören
yazarlar da vardı. Boru şeklindeki kadrolar, alçak tekerler ve havayla
şişirilmiş lastikler sayesinde dönüşüme uğrayan modern bisiklet, 19. yüzyılın
sonunda emsalsiz bir özgürlük sunmuştu. Forsyte Efsanesi kitabının
yazarı John Galsworthy, 1930’da bisikletin “II.
Charles’tan beri görgü ve ahlâk alanlarında yaşanan değişimin en büyük
sorumlusu,” olduğunu iddia etmişti. Yürümeyi unutan yazarlar artık bisiklet
sürüyorlardı.
Bisiklete
en erken geçiş yapan ünlü isimler, Thomas Hardy ile
karısı Emma’ydı. Emma bisiklet sürmeyi 55 yaşında öğrendi (yalnızca 60’larının
sonunda öğrenen Tolstoy tarafından geçildi), büyük
romancıyı Ocak 1896’da bisiklet sürmeye ikna eden de o oldu. Thomas Hardy,
sonrasında bisikletin nasıl bağımlılık yaptığını anladığında “Meşakkatli
bisiklet alıştırmaları sırasında edebiyat diye bir meşgalenin olduğunu
neredeyse unutuyordum,” diyecekti. İkili, çoğunlukla Puddletown ve Dorset
civarında bisiklet sürerdi. Thomas diz altından büzgülü kısa pantolonunu, Emma
ise bisikletiyle uyumlu yeşil kadifeden spor kıyafetlerini giyiyordu (şefkatle
“çekirge” adını verdiği bisikleti de yeşil renkliydi). Çağdaşları Arthur
Conan Doyleile karısı tandem bisiklet sürüyorlardı. Şişman ve görece
yaşlı olmasına rağmen Henry James bile kafasında
kasketi üzerinde de büzgülü kısa pantolonuyla, öğle yemeği ile çay saati
arasında otuz kilometreye varan gezintileriyle Rye civarında pedal çevirirken
görülebilirdi.
Sidney
ve Beatrice Webb, HG Wells’i Fabian Derneği’ne üye yapmak
için yola koyulduklarında, Londra’dan Wells’in evinin bulunduğu Sandgate’e
kadar pedal çevirmişlerdi. Wells’in kendisi de en hünerli bisikletçiler
arasında yer alıyordu, (distopyacı meslektaşı Aldous Huxley gibi)
Hindhead’deki Surrey tepeleri ve Devil’s Punch Bowl etrafında düzenli olarak sürüş
denemeleri yapardı. Otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Bu bölgede, uzaylılarım
tarafından yok edilecek uygun yerleri ve insanları belirleyerek pedal
çevirdim.” Horsell Otlağı’ndaki toprak alan Dünyalar Savaşı’nda
Mars’tan gelen silindir şeklindeki ilk uzay aracının indiği yerdi.
gelmişti. William Morris,
el ilanlarını bisikletiyle dağıtırdı, Clarion Bisiklet Kulübü sosyalist
fikirleri yarışlar ve buluşmalar aracılığıyla tüm ülkeye yaymayı hedefliyordu.Bisikletin
altın çağı Somerset Maugham’ın Cakes and Ale, Jerome
K. Jerome’un Three Men on the Bummell ve
Wells’in The Wheels of Chance kitaplarında
ölümsüzleştirilmiş olsa da, bolca bisiklet kazası da oluyordu. Mark
Twain, “Taming the Bicycle” (Bisikleti Evcilleştirmek) başlıklı
denemesinde köpeklerle çarpıştığını ve kolunu kırdığını hatırlatıyor,
denemesini şöyle bir tavsiyeyle bitiriyordu: “Bir bisiklet alın. Kesinlikle
pişman olmazsınız, şayet yaşarsanız.” Thomas Hardy ise Bath ile Bristol arasında
Rover marka bisikletinden düşmüş ve şakayla karışık “merhametli bir kömür
işçisinin çuvallarından biriyle zımparalandığını” söylemişti. Ancak yazarlar
arasında en talihsizi bisiklet kariyeri boyunca uzun bir kaza listesi
oluşturmayı beceren George Bernard Shaw olmalıydı.
Bisikletiyle yokuş aşağı kaptırırken çamurluğuna sıkışan taş tekerini
kilitlemiş ve “efsanevi bir düşüşe” sebep olmuştu. Hertfordshire’da başka bir
tepeden yokuş aşağı süratle inerken de yolda yürüyen bir kadına çarpmamak için
gidonu aniden kırmış ve suratının üzerine çakılmıştı. Karşılaştığı en büyük
tehdit ise Londra trafiğiydi. Haymarket’tan National Gallery’ye doğru
ilerlerken bir at arabasıyla çarpışmış, kendini “at bacaklarından, araba
tekerlerinden ve dönmeyi sürdüren bisiklet aksamından oluşan bir ormanda”
bulmuştu.
Yine
de, en acemice hata ödülünü herhalde Simone de Beauvoir alırdı.
Çocukken pedal çevirmesine izin verilmeyen De Beauvoir (annesi bisikleti
bedensel zevklerle bir tutuyordu), bisiklet sürmeyi işgal altındaki Paris
sokaklarında sevgilisi Nathalie Sorokine’in bisikletiyle öğrenmişti: “Bir
keresinde bir köpekle bir keresinde de iki kadınla çarpıştığımı saymazsak,
kolayca hallediyordum ve çok mutluydum.” Annesi haksız olmayabilirdi. Jean-Paul Sartre’a yazdığı mektuplar bisiklet sürmenin
hazzından çokça bahsediyor, onu adeta “şehvetli bir haspa” gibi
hissettirdiğini söylüyordu. Tipik bir kazasında, yokuş aşağı
hızla inerken yokuşu tırmanan bisikletçilerin yoluna girmiş ve gidonu yanlış
yöne kırıp yoldan çıkmıştı. Olayın sonu morarmış bir göz, derisi sıyrılmış bir
yüz ve kırılmış bir dişten oluşan büyük bir enkazdı. Yine de, İkinci
Cins kitabında anlattıklarına bakılırsa, hiçbir kaza bisiklet
sürmenin insanı ne denli güçlendiren bir deneyim olduğuna dair kanaatini
etkilemişe benzemiyordu:
“T. E.
Lawrence, 18 yaşında, bisikletle Fransa’yı bir baştan bir başa dolaşmıştır,
genç bir kızın böyle bir geziye çıkmasına asla izin verilmezdi…. Oysa böyle
tecrübelerin paha biçilemez bir etkisi vardır: Birey, ancak o zaman özgürlüğün
ve keşfin verdiği sarhoşlukla yeryüzünü kendi evi gibi görmeyi öğrenir.”
Bisikletin
ritmindeki bir şey, belki de döngüsel hareketi, Fransız varoluşçuluğuna nüfuz
etmişti. Bunun, varoluşçuluğu savunanların bisiklet sevdalarıyla ne kadar
ilgili olduğunu düşünmek de acayipti. Albert Camus’nün
yanı sıra editör Pierre Gallimard da bisiklete
düşkündü. Sartre, yürümenin monotonluğu yerine bisiklete binmeyi tercih eden
bir bisiklet tutkunuydu. De Beauvoir, günlüğünde Sartre’ın “yokuş yukarı hızla
bisiklet sürmekten nasıl keyif aldığını” yazıyordu. Varlık ve
Hiçlik kitabında bir şeye sahip olmanın doğasını bisiklet
üzerinden incelerken, “bisikletin bana ait olması için gereken parayı ödemem
yettiği halde bu aidiyeti idrak edebilmem için bütün hayatım gerekecektir,”
diyerek pek çok bisikletçinin düşüncelerini yansıtıyordu.Dünyanın
en meşhur bisiklet yarışına ev sahipliği yaptıkları düşünülürse, Fransızların
bisiklet tutkusu şaşırtıcı değil. Ernest
Hemingway de
Fransa’da bisiklet yarışlarında bahis oynamış, Güneş de Doğar romanındaki
sahneleri betimleyebilmek için gerekli jargonu böyle öğrenmişti. Samuel
Beckett’in ise bisiklet tutkusu 1920’lerde Fransa’da Loire Vadisi’ne
yaptığı bir gezi sırasında başlamıştı. Beckett, her zaman bir spor tutkunuydu
(boksu, ragbiyi, motorsikletleri ve kriketi severdi) ancak yazılarında bisiklet
ayrı bir yere sahipti. En meşhur oyunu Godot’yu Beklerken’i
yazarken Paris–Roubaix yarışında izlemek için
beklediği ünlü Fransız bisiklet yarışçısı Roger
Godeau’den ilham almıştı. Bu hayalperest bir yaklaşım olabilir, ama
daha somut biçimde söylemek gerekirse, Beckett bisiklette hayatın metaforunu
bulmuş gibiydi: 1932’de George Reavey’e yazdığı bir mektupta “Ölene kadar
buradayım, asalet dolu yollarda bir yabancının bisikleti üstünde ağır ağır
ilerleyeceğim.”
Nihayetinde,
yazarları cezbeden bisikletin sunduğu tek başınalık ve özgüven duygusu
olabilir. Henry Miller çok sevdiği tek vitesli, frensiz bisikleti hakkında
şöyle diyordu: “Bisikletin üzerinde saatler geçirmeyi alışkanlık haline
getirdikten sonra, arkadaşlarıma giderek daha az ihtiyaç duymaya başladım. Bisikletim
artık yegâne dostum oldu. Ona bel bağlayabilirdim, bunu arkadaşlarım için
söyleyemezdim.” HG Wells de benzer hissediyordu: “Bisikletin üzerinde bir
yetişkin gördüğümde, insan ırkının geleceği için umutsuzluğa kapılmam.
Ütopya’da bol miktarda bisiklet yolu olacak.” Edebiyat tarihimizde zaten var.
*Bu
yazı, Cüneyt Bender tarafından Charlotte Jones’un The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.