Bu kez sizlere ülkemizde çeşitli sporlar ile ilğili yayınlanmış yabancı bir çok kaynakları Türkçe kitaplar olarak bizlere sunan Zebraska yayın evinin son çevirilerinden olan ve son derece ilğinç bu kitabı tavsiyelerinize okumanıza sunarız.
Zebraska Yayınevi, İskoç araştırmacı-gazeteci ve eski bir
bisiklet yarışçısı olan Richard Moore’un “Slaying the Badger” isimli kitabını
“Elveda Porsuk” başlığıyla Türkçeye kazandırdı. Yayınevimizden çıkan diğer
eserlerde olduğu gibi geleneği bozmayarak yazar ile Türkiye’deki okurlar için
bir söyleşi gerçekleştirdik.
BikeRadar.com, Elveda Porsuk adlı eseriniz için şöyle diyor:
“Çok bilindik bir hikâye çok sürükleyici bir şekilde ortaya konulmuş!” Aslında
diğer makale ve kitaplarınızda da yazar olarak bu konuda sizi oldukça başarılı
buluyoruz. Size göre eserlerinizin başarısının ardında ne var?
Kaleme aldığım eserler birer roman olmasa da yine de yazarın
ağzından anlatılan eserler olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yazarın anlatması
gereken bir hikâye olmak zorunda. Kaleme aldığım bu hikâyeler gerçek insanlara
ve onların yaşadıkları olaylara ait. Yalnız bu hikâyeleri olduğu gibi anlatmak
okur için ilgi çekici olmayacaktır. Burada hikâyeyi okura nasıl sunduğunuz
önemlidir. Böyle hikâyelerde okuru kitabın içinde tutmak ve okumaya devam
etmesini sağlamak yazarın hikâyeyi nasıl ele aldığı ile ilgilidir.


Elveda Porsuk adlı eserinizi okurken kendimizi bazen Hinault’ya
bazen LeMond’a yakın buluyoruz. Bu iki karakterin arasında siz tarafsız bir
anlatıma sadık kalmayı nasıl başardınız?
Bunu nasıl açıklayacağımı bilemiyorum ancak sanıyorum bu benim
yapımdan ileri geliyor. Yani söylemek istediğim kendimi okurun yerine koyuyorum
ve hikâyeyi olduğu gibi tüm açıklığı ile sunmak istiyorum. Buna hikâyenin kendi
kendini okutmasını sağlamak için özen gösteriyorum. Bir yazar olarak
karakterleri kendi görüşlerimden uzak tutarak onları olduğu gibi okura
aktarmayı tercih ederim. Bu hikâyenin kahramanları Hinault ve LeMond hakkında,
okurun kendini benim yorumumdan uzak tutarak fikir oluşturmasını sağlamak
istedim. Bence eserin başarısı da burada yatıyor; okur yazarın anlatmak
istediğini değil hikâyenin kendisi ile ilgileniyor. Dolayısıyla kendini yazarın
söylemeye çalıştıkları içinde değil, yaşanan olayın bizatihi içinde buluyor.
Yalnız arka planda şunu itiraf etmeliyim. Eser üzerinde
çalışırken karakterlerden birine kendimi yakın bulmak konusunda açık
fikirliydim. Ve LeMond’un tarafında olacağımı hissediyordum çünkü bu yıpratıcı
yarışın içinde Hinault gerçekten hunharca davranmıştı. Ancak bu kitap üzerinde
çalışırken kitabın kahramanlarını içinde bulundukları durum ve motivasyona göre
değerlendirmek gerektiğini fark ettim. Böylece kendi içimde kendi hislerimi
katarak taraf tutmaktan sıyrıldım. Sonuçta geldiğim noktada Hinault’yu
anlayabiliyorum. Öte yandan LeMond’u da anlayabiliyorum. Böylece ikisini de
haklı ve ikisini de haksız olarak niteleyebiliriz.

Evet. Keşke hayatı da böylesine irdeleyebilsek. Günümüzde yaşadığımız problem insanların kendi gibi düşünmeyenleri daha az dinlemesi ya da hiç dinlememesi değil mi? Medya ve politika insanların tek yönlü düşünmesini istiyor. Farklı düşüncelerin ortaya konmasını istemiyor. Kendi düşüncemize karşıt görüşleri daha fazla dinlesek tarafların birbirini anlaması mümkün olacaktır.
Sizce 1986 Fransa Turu’ndaki en önemli an hangisiydi?
Hinault ve LeMond’un bir etap sonrası katıldıkları söyleşi. Bence 1986 Fransa Turu’nun en güzel anı ikilinin Alpe d’Huez’in tepesinde yan yana gelerek ellerini havada birleştirdikleri andı. Çizgiyi kol kola geçmişlerdi. Harika bir andı. Ancak en 1986 Fransa Turu’nun en önemli anı bundan sadece yarım saat sonra Hinault ve LeMond beraber çıktıkları bir televizyon programında yaşandı. Hinault elindeki bira ile adeta bir boksöre benziyordu. Hinault’nun yanında oturan LeMond korkuya kapılmış görünüyordu. Hinault’nun sözleri karşısında ne diyeceğini bilemez durumda hayretler içindeydi. Bu müthiş bir tiyatroydu. Harikaydı. Birbirini takip eden bu iki an 1986 Fransa Turu’nda yaşanan her etabın özeti gibiydi..
Hinault ve LeMond’un bir etap sonrası katıldıkları söyleşi. Bence 1986 Fransa Turu’nun en güzel anı ikilinin Alpe d’Huez’in tepesinde yan yana gelerek ellerini havada birleştirdikleri andı. Çizgiyi kol kola geçmişlerdi. Harika bir andı. Ancak en 1986 Fransa Turu’nun en önemli anı bundan sadece yarım saat sonra Hinault ve LeMond beraber çıktıkları bir televizyon programında yaşandı. Hinault elindeki bira ile adeta bir boksöre benziyordu. Hinault’nun yanında oturan LeMond korkuya kapılmış görünüyordu. Hinault’nun sözleri karşısında ne diyeceğini bilemez durumda hayretler içindeydi. Bu müthiş bir tiyatroydu. Harikaydı. Birbirini takip eden bu iki an 1986 Fransa Turu’nda yaşanan her etabın özeti gibiydi..

Evet. Benim için hâlâ yaşanmış en güzel Fransa Turu, 1986’dır.
Bu konuda tarafsız konuşmak mümkün değil. Bazılar için en güzel Fransa Turu,
1989’dur. Ancak bildiğiniz gibi hangisinin en iyi olduğunu söylemek gerçekten
çok zor. Mesela Eddy Merckx’in daha önce hiç görülmemiş bir şekilde kazandığı
zaferle sonuçlanan 1969 Fransa Turu yaşanmış en güzel Fransa Turu olamaz mı?
Evet Eddy Merckx’in nasıl kazandığına hayranlık duyabilirsiniz. Ancak bu onu en
iyi Fransa Turu yapmak için yeterli midir? Bana göre 1986’da o zamana kadar hiç
görülmemiş bir mücadele yaşanırken daha dengeli bir rekabet yaşanmıştır.
Dediğim gibi bu konuda tarafsız olmak çok zor. 1986’yı neden en güzel Fransa
Turu olarak nitelediğime kitabın sonunda da geniş yer verdim. Dediğim gibi bu
konuda tarafız olmak çok zor. Şunu söyleyebilirim eğer tartışma hangisinin en
güzel Fransa Turu olduğuysa benim favorim 1986 yılıdır.

Anadili İngilizce olan yarışçıların Fransa Turu’nda görülmeye
başlanması LeMond’un sayesinde olmuştur demek mümkün. Daha sonra bu dalga
genişleyerek Fransa Turu’nun daha da uluslararası bir kimliğe bürünmesine neden
oldu. Mesela bugün dünyanın en güçlü yarışçılarından biri Slovakyalı. Bildiğim
kadarıyla henüz Fransa Turu koşmuş Türk bir yarışçı olmadı ama umuyorum Türkiye
Turu ile Fransa Turu koşacak seviyede Türk yarışçıları da Fransa Turu’nda
görebiliriz. Soruya geri dönersek 2012’den sonra koşulan Tour’ları da
değerlendirsek bence hiçbiri 1986 Fransa Turu ile kıyaslanamaz.
Peki bisiklet sporunun son yıllarını göz önüne alırsak hangi
gelişmeler sizi üzerine bir eser yazmaya hevesledirir?
Zor bir soru. Sanıyorum Giro d’Italia olabilir. İtalya Turu son
yıllarda favori yarışım haline geldi. Nedenini soracak olursanız diğer
yarışlara göre sonucu daha belirsiz bir yarış gibi duruyor. Hatta hava durumu
bile belirsiz bir takvimde yer alıyor. Fransa Turu’na göre kimin kazanacağını
tahmin etmenin daha zor olduğu bir yarış olmasından ötürü İtalya Turu hakkında
bir eser kaleme almak isterim. İtalya Turu’na güçlü takımlar, güçlü kadrolar
ile katılıyor. Etapların koşulduğu coğrafyada manzaralar harika görsel şölen
oluşturuyor. Etaplar çok zorlu hava şartlarına rağmen koşulmaya devam ediliyor.
Beklenmedik şeylere açık bir yarış konumunu koruyor.
Günümüzde yarışlar çok fazla kontrol altında. Yarışçılara çok
fazla bilgi akışı içindeler. Bu sürprizlerin yaşanmasına engel oluyor. 1986
yılını hatırlarsanız daha Paris’teki ilk etapta tek başına Hinault kaçışa
başladığında LeMond’un bundan haberi olmamıştı. Günümüzde böyle bir kaçışın
olması mümkün değil. Çünkü telsizden hemen bilgi verilir. O zamanlar bu
imkanlar tanınmıyordu ve bu yarışları birçok sürprize açık hale getiriyordu.
Bunun sonucu olarak günümüzde yarışların eskisi kadar daha zengin hikayeler
barındırmadığını söylemeliyim. Çok daha az sürpriz var ve hemen hemen her şey
tahmin edilebilir durumda. Günümüz hakkında yarışlardan bahsedecek olursak en
zevkli yarışların tek günlük Klasikler olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bisiklet
üzerine bir kitap yazacak daha olsam bu yeni bir Fransa Turu hikâyesi
olmayacaktır. Ancak 100 metre sprint yarışları olabilir. 100 metre yarışları
bana oldukça ilginç geliyor. Ya da tek günlük yarışlar. Ancak hangisi seçerdim
henüz buna karar veremiyorum.
UCI, takım içi yarışçı sayılarında azaltmaya gitti. Sizce bu
yarışları daha rekabetçi hale getirecek mi? Ya da bu konuda ne yapılmasını
önerirsiniz?

Bisiklet sporunda artık Hinault veya LeMond gibi kahramanlar
çıkmadığını iddia ediyorsunuz. Peki Peter Sagan, Chris Froome veya Tom Domoulin
gibi isimleri bu iddianızda nerede konumlandırıyorsunuz?

1986 Fransa Turu için bisikletin “eski” ve “yeni” dünyasının ilk
kez karşı karşıya gelmesi şeklinde bir tespitiniz var. Peki günümüzde bisiklet
tarihinin yeni çağını temsil eden bir yarışçı görebiliyor musunuz?

Yani 1986’da çarpışan iki dinamik, sporun gelenekçileri ile
yenilikçileriydi. O çağın kapandığını ve yeni çağın gençlerle yaşlılar
arasındaki mücadeleye gebe olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet doğru. Bir önceki soruda 21 yaşındaki Kolombiyalı Egan
Bernal’dan bahsetmeyi atladım. Fransa Turu’nu kazanması muhtemel isimlerden
biri görünüyor. Bu gençler içinde en heyecan verici yarışçılardan biri o. Tabi
yine 1986 ile kıyaslamaya gideceksek yine 1986’nın bir tekerrüründen
bahsedebiliriz. Çünkü Greg LeMond, Andy Hampsten, Phil Anderson, Robert Millar,
Sean Kelly ve Stephen Roche gibi isimlerin 80’ler farklı ülkelerden genç nesili
temsil ettiklerini unutmayalım. Bugün pelotonda benim için heyecan verici olan
şey, 1986’da yeni ülkeleri temsil eden yarışçıların açtığı kapıdan bugün içeri
giren birçok doğu Avrupalı, Avustralyalı ve Kolombiyalı yarışçıların da geçmesi
oldu. Bisiklet sporu Greg LeMond yarışmaya başlamadan önce oldukça dar bir
coğrafya ile sınırlı bir spordu. Bisiklet sporu 1986’dan önce başta Fransa,
Belçika, Hollanda, İspanya ve İtalya ile sınırlıydı. Bir iki İngiliz yarışçı
olsa da bisiklet sporu sadece beş altı ülkeden ibaretti. Bugün bisiklet sporu
dünya çapında uluslararası bir spor haline geldiyse bunun 1986 ile başladığını
unutmamak gerekiyor. Ancak Türk sporcular için hâlâ beklemede olduğumuzu
belirtmek isterim.
2018’de Chris Froome ve Geraint Thomas mücadelesini izledik.
Bundan Hinault ve LeMond hikayesi çıkar mı?

Eskiden yarışmış bir bisiklet sporcusu ve bugün bisiklet sporu
yazarlığı yapan bir isim olarak neler hissediyorsunuz?
Hiçbir zaman için üst düzey bir bisiklet sporcusu olmadım. Ancak
bisiklet yarışlarına katılmış bir sporcu olarak gazetecilik dönemimde peloton
içindeki politikaları ve yarışçıların neler hissettiklerini anlama adına yarış
tecrübelerimden yararlanıyorum. Bu benim için bir avantaj. Ancak hayatında hiç
bisiklet sürmemiş çok iyi spor gazetecileri de tanıdım. Kendi adıma yarışçıları
izlerken yarışmış bir sporcu olarak hangi şartlarda ne kadar acı çektiklerini
anlayabiliyorum. Mesela yağmurlu, fırtınalı tırmanış etaplarında. Ya da çok
sıcak havalarda. Yarışçıları izlerken neye muhatap olduklarını ne kadar zorluk
yaşadıklarını anlayabiliyorum. Bir yandan bisiklet sporunu çok seviyorsunuzdur.
İkisini kıyasladığımda sanıyorum ben gazeteci olmayı daha çok seviyorum.
Kendi yazdığınız kitaplar içinde sizin için daha farklı bir yere
sahip olan bir eseriniz var mı?
Daha sonra belgeseli yayınlanan “Elveda Porsuk” benim için çok
iyi bir deneyimdi. “Elveda Porsuk” için daha sonra bir film yapılmasını hayal
ediyorum ve Hinault ile LeMond da bu filmde yer alırsa çok güzel olur. “In
Search of Robert Millar” eserini yazarken de o deneyimden büyük keyif almıştım.
Yine “Bolt Supremacy” benim için farklı bir deneyim oldu. Jamaika’da farklı bir
kültürün içinde yaptığım keşiflerden büyük keyif aldım. Bu üç kitap benim için
oldukça özel yerlere sahiptir.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir eser var mı?
Şu an iki yaşında bir kızım var ve son üç yıldır sadece onunla
ilgileniyorum. Ancak güzel bir hikâye yakaladığımda çalışmalara başlamak için
sabırsızlanıyorum.
Richard Moore’a sorduğumuz sorulara içtenlikle cevap verdiği
için teşekkür ediyoruz. Diğer eserlerini Türkçeye kazandırdıktan sonra
kendisini Türkiye’ye davet etmek istediğimizi belirttik. Bundan çok mutlu
olacağından bahsetti. Kendisine görüşmek üzere diyerek söyleşimizi
noktalandırdık.
Keyifli okumalar dileriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder