Merhaba Bisiklet Dostlarımız;
Bu gün sizlere okuduğum başlığından da anlaşılacağı üzere "bisiklet üstünde ünlü yazarların hayatları" adlı farklı bir yazıyı paylaşmak istedik.
BİSİKLET
TEKERİ ÜSTÜNDEKİ HAYATLAR!








Yine
de, en acemice hata ödülünü herhalde Simone de Beauvoir alırdı.
Çocukken pedal çevirmesine izin verilmeyen De Beauvoir (annesi bisikleti
bedensel zevklerle bir tutuyordu), bisiklet sürmeyi işgal altındaki Paris
sokaklarında sevgilisi Nathalie Sorokine’in bisikletiyle öğrenmişti: “Bir
keresinde bir köpekle bir keresinde de iki kadınla çarpıştığımı saymazsak,
kolayca hallediyordum ve çok mutluydum.” Annesi haksız olmayabilirdi. Jean-Paul Sartre’a yazdığı mektuplar bisiklet sürmenin
hazzından çokça bahsediyor, onu adeta “şehvetli bir haspa” gibi
hissettirdiğini söylüyordu. Tipik bir kazasında, yokuş aşağı
hızla inerken yokuşu tırmanan bisikletçilerin yoluna girmiş ve gidonu yanlış
yöne kırıp yoldan çıkmıştı. Olayın sonu morarmış bir göz, derisi sıyrılmış bir
yüz ve kırılmış bir dişten oluşan büyük bir enkazdı. Yine de, İkinci
Cins kitabında anlattıklarına bakılırsa, hiçbir kaza bisiklet
sürmenin insanı ne denli güçlendiren bir deneyim olduğuna dair kanaatini
etkilemişe benzemiyordu:
“T. E.
Lawrence, 18 yaşında, bisikletle Fransa’yı bir baştan bir başa dolaşmıştır,
genç bir kızın böyle bir geziye çıkmasına asla izin verilmezdi…. Oysa böyle
tecrübelerin paha biçilemez bir etkisi vardır: Birey, ancak o zaman özgürlüğün
ve keşfin verdiği sarhoşlukla yeryüzünü kendi evi gibi görmeyi öğrenir.”
Bisikletin
ritmindeki bir şey, belki de döngüsel hareketi, Fransız varoluşçuluğuna nüfuz
etmişti. Bunun, varoluşçuluğu savunanların bisiklet sevdalarıyla ne kadar
ilgili olduğunu düşünmek de acayipti. Albert Camus’nün
yanı sıra editör Pierre Gallimard da bisiklete
düşkündü. Sartre, yürümenin monotonluğu yerine bisiklete binmeyi tercih eden
bir bisiklet tutkunuydu. De Beauvoir, günlüğünde Sartre’ın “yokuş yukarı hızla
bisiklet sürmekten nasıl keyif aldığını” yazıyordu. Varlık ve
Hiçlik kitabında bir şeye sahip olmanın doğasını bisiklet
üzerinden incelerken, “bisikletin bana ait olması için gereken parayı ödemem
yettiği halde bu aidiyeti idrak edebilmem için bütün hayatım gerekecektir,”
diyerek pek çok bisikletçinin düşüncelerini yansıtıyordu.Dünyanın
en meşhur bisiklet yarışına ev sahipliği yaptıkları düşünülürse, Fransızların
bisiklet tutkusu şaşırtıcı değil. Ernest
Hemingway de
Fransa’da bisiklet yarışlarında bahis oynamış, Güneş de Doğar romanındaki
sahneleri betimleyebilmek için gerekli jargonu böyle öğrenmişti. Samuel
Beckett’in ise bisiklet tutkusu 1920’lerde Fransa’da Loire Vadisi’ne
yaptığı bir gezi sırasında başlamıştı. Beckett, her zaman bir spor tutkunuydu
(boksu, ragbiyi, motorsikletleri ve kriketi severdi) ancak yazılarında bisiklet
ayrı bir yere sahipti. En meşhur oyunu Godot’yu Beklerken’i
yazarken Paris–Roubaix yarışında izlemek için
beklediği ünlü Fransız bisiklet yarışçısı Roger
Godeau’den ilham almıştı. Bu hayalperest bir yaklaşım olabilir, ama
daha somut biçimde söylemek gerekirse, Beckett bisiklette hayatın metaforunu
bulmuş gibiydi: 1932’de George Reavey’e yazdığı bir mektupta “Ölene kadar
buradayım, asalet dolu yollarda bir yabancının bisikleti üstünde ağır ağır
ilerleyeceğim.”
Nihayetinde,
yazarları cezbeden bisikletin sunduğu tek başınalık ve özgüven duygusu
olabilir. Henry Miller çok sevdiği tek vitesli, frensiz bisikleti hakkında
şöyle diyordu: “Bisikletin üzerinde saatler geçirmeyi alışkanlık haline
getirdikten sonra, arkadaşlarıma giderek daha az ihtiyaç duymaya başladım. Bisikletim
artık yegâne dostum oldu. Ona bel bağlayabilirdim, bunu arkadaşlarım için
söyleyemezdim.” HG Wells de benzer hissediyordu: “Bisikletin üzerinde bir
yetişkin gördüğümde, insan ırkının geleceği için umutsuzluğa kapılmam.
Ütopya’da bol miktarda bisiklet yolu olacak.” Edebiyat tarihimizde zaten var.
*Bu
yazı, Cüneyt Bender tarafından Charlotte Jones’un The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.